Adı Yağmur'du. Sevimli, serin... Islak bakışları bütün kalpleri heyecana
getirir, tenine dokunduğu herkeste ve her şeyde ürperti hâsıl ederdi.
Ayak seslerini duyan bitkiler
bile daha fazla görmek için onu, ya da
onun dokunduğu bir baş olabilmek için başlarını çıkarır, hayret ve
hayranlıkla gelişini izlerdi. O ne güzel gelişti öyle...
Yere değdiğinde ıslak bedeni, adeta nefesler tutulur, şuh hali daha ne
kadar sürecek, diye bütün yüzler ona dönerdi. Okşar gibi dokunurdu
kırmızı toprağın yüzüne. Ayakaltında dolaşan börtü böcek, naif
bitkiler ve aciz varlıklar, bu dokunuşa hayrandılar. Sanki ağırlığı
yoktu Yağmur'un. Kanatları da yoktu ama kanatlı varlıkların
sıyanetindeymiş gibi düşerdi toprağa. Şefkatli bir el nasıl okşarsa
yetim bir başı, öyle dokunurdu bütün varlığa. En çok, evlerin
taraçalarına dizilen çiçekleri severdi Yağmur. Geniş düzlüklerde
dalgalanan bitkileri, taş diplerinde fışkıran yabanıl otları, tarlada
yalnızlığın şarkısını mırıldayan ağaçları vegök kubbede özgürce uçan
kuşları da severdi. Neyi sevmezdi ki...
Her şeyi, nefes alan almayan, ayakta duran durmayan, oturan yatan,
uzak yakın bütün varlığı severdi. Diğer varlıklar da onu severdi. Daha
ilk damlalarla kıpırdanan bitkiler, o coştukça coşar, onca zaman süren
firakın acısını onu bedenine çekerek çıkarırlardı. Hepsinin yüzünde
sevinç dalgası, dillerinde bitmeyen nağmeler...
Etraftaki canlı cansız bütün varlıkla Yağmur arasında gizli bir aşk
vardı sanki. Zaman zaman dağlara, tepelere çıkardı Yağmur. Oralarda
yalnızlık duygusundan tamamen sıyrılırdı. Üst üste yığılmışçasına sık
ağaçların ince yapraklarına dokunmaktan, göl kenarlarında aram edip
suya girip onunla bütünleşmekten keyif alırdı. Bilirdi ki birlik
havuzunda kendini kaybetmek tek başına varlığını sürdürmekten daha
kazançlıdır. Nice göller, denizler bir araya gelen damlalardan
oluşurken dağda bir taşa, ovada sıcacık toprağa düşen damlalar yok
olmaya mahkûm olmuşlardır.
Gölgesi gibi Yağmur'u takip etmekten sonsuz huzur duyuyordum.
Bundandır ki yolumu biçen duvarlara, ilerlemeye imkân vermeyen sarp
yokuşlara, dağlara, tepelere inat sürekli yürümek istiyordum ardı
sıra. Seviyordum onu. Günlerce, haftalarca hatta aylarca yolunu
gözlediğim oluyordu. Mecnun'un Leyla'ya, Kerem'in Aslı'ya hasreti gibi
hasret kalıyordum ona. Göğün geniş ve derin boşluğunu doldurarak
geleceğini düşlüyordum. Bu, bir düştü elbet. Ama düşlerin gerçeğe
dönüştüğü anları da yaşıyordum. Bazen ansızın çıkıp geldiği, saçlarıma
ve alnıma değdiği oluyordu. İşte o an ruhumun bütün susamışlığıyla ona
ne kadar ihtiyaç duyduğumu, yalnız benim değil bütün varlığın ona ne
kadar muhtaç olduğunu anlatmak geçiyordu içimden.
Saçlarımdan aşağı kayarken her bir damlasına dokunma, iyi ki geldiniz,
size ne kadar susamıştık deme saadetiyle duygularımı dile getirmeyi
düşünüyordum. Fakat ne yazık ki Yağmur ufukta kaybolduğu günden beri
bir daha gözükmedi. Ne başımızı okşuyordu evlerimizin önünde ne de
sokakta kalanlara ıslak elbiseler giydiriyordu. Dağlara mı kaçmıştı,
ruh olup uçmuş muydu göğe, kadir kıymet bilmezliğimize bakıp, yerin
altı üstünden daha hayırlı diyerek toprağın bağrına mı saklanmıştı?
Çölde kaybettiği devesini arayan adamın talihsizliğini üzerimde
taşıyarak aramaya koyuldum onu. En çok uğradığı tepelere, dağlara
koştum belki bulurum diye. Geçtiğim yerlerde çiçek, börtü böcek ne
varsa onu soruyor, hal diliyle, özlemlerini dile getiriyorlardı. Ne
yazık ki melül mahzun, hiçbir şey söylemeden geçiyordum yanlarından.
Çünkü onlar gibi ben de Yağmur'un ne zaman geleceğini, hatta gelip
gelmeyeceğini bile bilmiyordum. Bildiğim bir şey varsa o da aylar önce
giden Yağmurun bir daha dönmediğiydi. Bir ümit, yürüyorum ıssız
diyarların kalbine doğru. Karşılaşır mıyız ya da karşılar mı beni?
Belki geldiğimi görünce alnıma, yanaklarıma ve başıma ıslak buseler
kondurur. Tutarım o zaman elinden, alır getiririm hasretle yolunu
gözleyenlerin yanına. Alır getirir bir daha gitmesin diye ne lazımsa
yapın derim insanlara.
Bu duyguyla ıssız tepelere, dağlara ayak sürüyorum. Ovalara, derin
vadilere, uçurumlara nazar ediyorum. Sessizlikte kaybolan tabiatı
incelerken bir ses, ıssız vadiyi saran bir ses duyuyorum, ürperiyor
kalbim. Tok ve derinden geliyor ses. Yoksa dışarıdan geldiğini
sandığım ses içimden, ruhumun derinliklerinden mi geliyordu? Şairin
deyişiyle Çin'de aradığım şey yoksa içimde miydi?
"Sen ol, gel!" Attığım her adıma ritim tutuyor kelimeler. "Sen ol,
gel!" "Sen ol, gel!" İyi de "Sen ol, gel!" ne demek? "Sen ol, gel, Sen
ol, gel, Sen ol, gel!" tekrar eden ve her defasında etkisini çoğaltan
bir ses. Bütün benliğimi sarıyor. Hem var hem yok, hem uzak hem
yakınım duyduklarıma. Anbean çoğalan ses bir süre sonra kesiliyor.
Fakat beynimin çeperlerindeki yankısı devam ediyor. Dağları, ıssız
tepeleri geride bırakıp varlığın özünü, usaresisini iyi bilen Kutlu
bir zatın yanına koşuyorum. Minberden yükselttiği sesiyle beni de
ferahlatacağını, Yağmursuz geçen günlerin acısını hafifletecek
lalugüher sözlerini benden esirgemeyeceğini biliyorum. O konuştukça
kasvetim dağılıyor, hakikat ayan beyan karşıma çıkıyor.
"Yağmur rahmet demek, rahmetle habis şeyler yan yana durmaz. Yağmur'a
kavuşmak istiyorsan kalbini habis şeylerden, yani günahlardan
arındırmalısın!" dediğinde Yağmuru içimin tortulaşmış kirlerinin
örttüğünü anlıyorum. Arınıyorum kirlerimden yağıyor Yağmur, bencileyin
kula bile koşuyor Yağmur.
ZEYNEL TOPRAK