İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî kuddise sırruh hazretleri, Hindistan’ın Serhend beldesinde H. 971 (M. 1563) yılı âşûre günü dünyaya geldi. 63 yıl yaşadı. 17 Safer 1034 (M. 11 Aralık 1624) senesinde vefât etti. Mübârek nesepleri 28. vâsıta ile Hz. Ömer’e (r.a.) ulaşmaktadır.
Ezelî takdir olarak kendilerinin nasibi olduğundan, Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşibendiye-i Müceddidîn kolunun 23. halkasını teşkil ederler. Bununla beraber Kadiriye, Çeştiye ve Sühreverdiye tarîkatlarından da irşâda salâhiyetlidir.
Kezâ bu dört tarîkattan başka Bedriye, Kübreviye v.s. gibi birçok tarîkatların her birerinden peder-i âlileri Abdülehad hazretleri vâsıtasıyla istifâde ve istifâza etmişler, zamanla bu tarîkatların şeyhi, imamı olup herbirinin dervişlerini fıtrat ve usûlüne göre irşad buyurmuşlardır. Kendilerinin kemâlâta ermeleri ise, Şeyh Muhammed Bâkibillah hazretlerinin hizmetlerinde vâki olmuştur. Hatta onun huzûrunda derecesi o kadar yükselmiştir ki, şeyhi, bütün müridlerin kemâlâtı ile alâkadar olmayı ona havâle ettiği gibi, kendileri dahî istifade etmek için onun meclisinde bulunur ve şöyle derlerdi:
“Şeyh Ahmed öyle bir güneştir ki, iki cihan onun feyz ve fazileti ile aydınlanmıştır.”
Abdullah Dehlevî hazretleri, talebelerinden birisine yazdıkları mektuplarında, “İmâm-ı Rabbânî’yi sevenler mü’min ve takvâ sahibidirler; sevmeyenler ise, şâkî ve münâfıktırlar. Bütün İslâm âlemine İmâm-ı Rabbânî’nin şükrünü edâ etmek vâciptir” buyururlar.
Ravzatü’s-Selâm isimli eserde şöyle denilir:
“Şeyh Ahmed Fârûkî hazretleri, kendilerinden sonra bu cihanda, iki büyük hârika bırakmışlardır.
Bunlardan birincisi, başta Mektûbât’ı olmak üzere, te’lif buyurdukları eserleridir... Meşâyihten hiç biri onun eserlerindeki ma‘rifet ve hakîkatleri te’liflerinde yazmamışlardır.
Bıratıkları ikinci kıymetli şey de evlatlarıdır ki, kendi terbiyeleri sayesinde, onları da kemâl derecesine yükselterek her birini kendisi gibi bir merd-i kâmil eylemişlerdir.
Pek kıymetli eserlerinden ‘Risâle-i Meâd’da buyururlar ki, “Bir sabah zikir halkasında oturmuş idim... Şu şekilde nidâ ve ilham olundum:
‘Seni ve kıyâmet gününe kadar seninle bana tevessül edenleri mağfiret eyledim.”
Muhakkık İmâm Süyûtî (rh.) ‘Cem‘u’l-Cevâmi‘’ isimli kitabında, “Benim ümmetimin içinden ‘Sıla’ nâmında bir kimse gelecektir. Onun irşad ve şefaati ile nice insanlar cennete gireceklerdir” meâlindeki sahih hadîs-i şerifi nakleder.
“Sıla”, şerîatla tarîkatı vasleden birleştiren demektir. Sûfiyye ulemâsı , hadîs-i şerifte geçen “sıla” nâmı ile İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin mübârek vücud-i şeriflerine işaret buyurulduğunu ifade ederler.
Onun zamanında ve ondan sonra gelen birçok ulemâ-umerâ ve meşâyih ondan istifâde ve istifâza eylemişlerdir. El’an himmetleri sârî, feyzi cârîdir. Nitekim İmâm-ı Rabbânî (k.s.) hazretlerinin ekmel müridlerinden Şeyh Bedreddin Serhendî (k.s.) “Hadarâtü’l-Kuds” isimli eserinde der ki:
“Bir gün rüyamda Hızır aleyhisselâm’ı görüp kendi-lerinden inâbe etmek arzusundu bulunduğumu arz ettim. Bana şöyle buyurdular:
‘Sen öyle bir zâta müntesipsin ki, onun irşâdı, sana ve bu âleme yeter.”
Nakledilir ki, devrin allâmesi Abdülhakim Siyalkutî, ilk zamanlar İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin büyüklüğünü kabul etmeyenlerden biriydi. Bir gece İmâm-ı Rabbânî hazretlerini rüyâda gördü. Hz. Şeyh kendisine, “(Ey Resûlüm!) Sen ‘Allah’ de, sonra onları bırak, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar!” (En’âm sûresi, 6/91) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudular.
Abdülhakim Siyalkutî, ondan bu âyet-i kerîmeyi dinledikten sonra gönlüne İlâhî bir aşk ve şevk, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine karşı da bir muhabbet peydâ olup kalbi “Allah-Allah-Allah...” diyerek Cenâb-Hak’ı zikretmeye başladı. Uyandıktan sonra baktı ki, kalbi Allah’ı zikretmeye devam ediyor... İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin de sûreti gözlerinin önünden gitmiyor. Böylece Hz. Şeyh’in mürîdi oluyordu.
Nihayet Şeyh hazretlerinin yüksek hizmetlerinde bulunarak çok ulvî derecelere kavuşmuştur. İmâm-ı Rabbânî hazretlerini, Hind ulemâsından ilk önce “Müceddid-i Elf-i Sânî: İkinci bin yılın müceddidi” olarak vasıflandıran da bu zât olmuştur.
Yine keşif ehlinin büyük bir çoğunluğu tarafından, da “Müceddid-i Elf-i Sânî” olarak tavsif olunmuştur. Nitekim Muhammed Hâcegî (k.s.), ekmel halîfesi Muhammed Bâkibillah hazretlerine şöyle diyor:
“Hind tarafından bir kimse çıkacak, asrın imamı olacak. Ancak, onun gönül açıklığı senin elinde olacaktır. Ona koş; zira ehlüllah, onun gelmesini beklemektedir.”
Bunun üzerine Muhammed Bâkibillah hazretleri Buhârâ’dan kalkıp Hindistan’ın yolunu tuttu. İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî hazretleri ile buluştu ve ona, “Geleceği müjdelenen kişi sensin” dedi.
Muhammed Bâkibillah (k.s.), İmâm-ı Rabbânî hazretlerine hitâben şöyle diyor:
“Serhend’e geldiğim zaman, baktım ki biri, ‘zamanın kutbu’ diye anlatılıyor. Bu vasfın ve bu sûretinle seni görünce, zamanın kutbunun, bahsedilen kişinin sen olduğunu anladım.”
Bir başka ifadelerinde de hâdiseyi şöyle izah ediyorlar: “Serhend’e vardığımda bir rüyâ gördüm... Gâyet azametli bir ışık vardı. Bu ışık o kadar yükselmişti ki, başı semâya vâsıl olmuş; âlemin şarkı ve garbı onun nûru ile dolmuştu. Halk lambalarını getiriyor, ondan ışık alıyordu. İşte bu mânâ, senin makamını anlatır, dedim.”
Hadîkatü’l-Evliyâ’da İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
“Kıyâmet gününe kadar Tarîkat-ı Muhammediye’me dâhil ve sâlik olacak mürîdân ve dervişânın hepsine, Hz. Allah tarafından muttali‘ kılındım; hepsinin isimleri bana bildirildi. Bu tarîkata sâlik olanların hepsinin cehennem ateşinden kurtulacaklarını Cenâb-ı Hak bana tecellî ettirmiştir.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin te’lifatla çokça meşgul olmasının sebebini ise, “Berekât” müellifi Muhammed Hâşim-i Keşmî hazretleri şöyle zikretmektedir:
“İmâm-ı Rabbânî’nin (k.s.) ilimlerinin çokça yazılmasının iki sebebi vardır. Birincisi, Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz’in kendilerine, “Kelâm ilminde müctehidsin” buyurmalarıdır. İkincisi, Hz. Ali’nin (r.a.) ona, “Sana semâvât ilimlerini öğretmek için geldim” buyurarak bu ilimleri kendisine tâ‘lim etmeleridir.
“Ayrıca bu sebeplerden başka, bu ilimlerin çokça yazılmasına daha büyük ve hayret verici bir sebep de, bu fakîrin (M. H. Keşmî) Hz. İmâm’ın bir talebesinden duyduğum sözdür. O kıymetli talebesi Hz. İmâm’ın şöyle buyurduklarını nakletmişti:
“Bize, bütün yazılarımızı âhir zamanda geleceği va‘d edilen Mehdî’nin (aleyhirrahmeti vettahiyyeti verrıdvân) okuyacağı ve hepsini makbul bulacağı bildirildi. Bu kadar yazı yazmamızın sebebi budur.”
Bu yazıları yazmalarının bir başka sebebi de, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine verdiği nimetleri ızhar ve tâlipleri teşvik içindi. Nitekim Mektûbat’ın bir çok yerinde bu hususa temas ederler ve buyururlar ki, “Bu gibi sözleri yazmaktan maksadım, Allah Teâlâ’nın nimetini bildirmek ve bu yolun tâliplerini teşvik etmek içindir. Yoksa -hâşâ- kendimi başkalarından üstün görmek için değildir. Kendini diğer insanlardan üstün gören, ne kendisini ne de Allah Teâlâ’yı gerektiği gibi tanımamıştır.”
***
İMÂM-I RABBÂNÎ HZ.NİN YAŞADIĞI DEVİR, HİZMET VE MÜCÂDELELERİ
Emîr Timurlenk (r.aleyh) sülâlesinden gelen Ekber Şah, Bâbür Şâh’ın torunu ve Humayun Şâh’ın oğludur. Hicrî 949 (m. 1543) tarihinde doğmuş, 14 yaşında babasından mîras kalan tahta oturmuştur. Hicrî 1014 (M. 1605) tarihinde ölmüştür.
Ekber Şah, 1582 yılında bütün dinleri birleştirme iddiası ile “İlâhî Din” nâmı altında topladığı bir takım hezeyanları, din olarak herkese kabul ettirmek istedi. Kendisinin, Allâh’ın mutlak vekili-halîfesi olduğunu telkin ediyordu. Bu dinde abdest yoktu... Et yemek yasaktı... Ama kaplan eti yenebilirdi. Müslümanlar’a inat olsun diye; domuz eti kutsaldı, şarap da mubahtı!..
Ekber Şah, oğlu Murad’ın ta‘lim ve terbiyesini de Cizvit papazlara hâvâle etmişti. Hatta bir ara kendisi Zerdüşt dinine girmişti. Oğlu Murad, 1599’da uyuşturucu müptelâlığından öldü.
İslâmiyet’ten başka her dine az çok musâmahalı davranan Ekber Şah devri, böyle karmakarışıktı.
İşte İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed el-Fârûkî es-Serhendî (k.s.) hazretleri, o devirde Hindistan’ın Serhend şehrinde dünyaya geldi (H. 971, M. 1563). Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere mübârek nesepleri, yirmi sekizinci vâsıta ile Hazret-i Ömer’e (r.a.) ulaşmaktadır. Ezelî takdir olarak kendilerinin nasibi olduğundan Tarikat-ı Aliyye-i Nakşibendiye’nin 23. halkasını teşkil ederler.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Ekber Şah’ın mânevî tahrîbâtını gene onun metodlarına mutâbık olarak (aynı yolu takip ederek) tâmire başladı. İslâm’ın sabır, musâmaha ve tahammül düsturları çerçevesinde, her türlü sıkıntı ve meşakkate göğüs gererek mücâdele ve mücâhedesine devam etti.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Ekber Şâh’ın ölümünden sonra yerine geçen oğlu Selim Cihangir Şah zamanında da hizmetlerine hızla devam etti. Fakat o zamanda iki-üç sene civarında hapiste kaldı. Yazdığı kitaplarla, yetiştirdiği talebeleriyle hem Hindistan’da hem de bütün dünyada yepyeni ufuklar açtı. Tam bir tecdid ve ihyâ hareketi gerçekleşmiş oldu. Miladî 11 Aralık 1624 tarihinde irtihâl-i dâr-ı bekâ eyledi (Kaddesallâhü sırrahül azîz).
1627’de Cihangir Şah ölünce yerine oğlu Şah Cihan geçti. Şah Cihan, Delhi’de Kırmızı Kale ve Came Mescidi, Ağra’da Tâc Mahal ve Kırmızı Kale’yi (ikinci bir kale) yaptırmıştır. Bunların her birisi gerçekten birer sanat şaheseridir.
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) hazretlerinin himmet ve gayretleri ile o devirde dînin tecdîdi adına fevkalâde büyük hizmetler îfa olunmuştu. İşte o devir ve o imkânlar içinde, Şah Cihan’ın yerine geçen oğlu Muînüddîn Âlemgir (Evrengzib) de çok büyük hizmetler verdi.
Miladî 1618’de doğan Âlemgir Şah, Abdüllatif Sultangûrî, Mir Muhammed Hâşim Geylanî, Seyyid Muhammed Kannevcî, Şeyh Ahmed Molla Cîven, Şeyh Abdülkavî Burhanpûrî, Danişmend Han ve Sadullah Han (rahımehümüllah) gibi meşhur âlimlerden ders alarak yetişti.
Kendisi âlim bir zât olan Âlemgir Şâh’ın dînine son derece bağlı, zühd ve takvâ sahibi bir Müslüman olduğu, hatta haftanın dört gününü oruçlu geçirdiği bilinmektedir. Devrinin mâneviyat simâlarından İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin oğlu ve Silsile-i Nakşibendiye hazerâtının 24. halkasını teşkil eden Hâce Muhammed Ma‘sûm’un torunlarından Hâce Muhammed (kaddesallâhü esrârahüm) hazerâtı ile yakın irtibâtı vardı.
İslâm fıkhı ve hukûkunun mühim kaynaklarından olan el-Fetâva’l-Âlemgiriyye (nâm-ı diğer: el-Fetâva’l-Hindiyye) onun himâyesinde mümtaz bir ulemâ heyeti tarafından hazırlanmıştı.
İhtisap kanunlarının (lonca, pazar ve piyasa nizâmını düzenleyen esaslar) tatbiki için çok gayret gösteriyordu.
Gerektiği şekilde saygı gösterilmemesinden endişe ederek bütün paralardan kelime-i tevhîd’i kaldırmıştı.
Hak ve adâlet hususundaki hassâsiyeti sebebiyle defin ve cenaze masraflarının kendi şahsî kazancından karşılanmasını isteyen bir vasiyet bırakmıştı.
Bir devlet adamı olarak Bâbürleri parçalanmaktan kurtarmaya çalışmış, emniyet ve huzuru tesis etmiştir. Çevresindeki devlet adamları da değerli şahsiyetlerden teşekkül etmekteydi.
Âlemgir Şah; ihtiyatlı, âdil, disiplinli bir sultan olarak meşhur olmuş ve hemen herkesin takdirini kazanmıştı.
Âlemgir Şah, Hindistan’ın kuzeyindeki komşu Türk devletleriyle münasebetlerine de ehemmiyet vermişti. Babası Şah Cihan’ın aksine Osmanlılar’la münasebet kurmamıştır ama, Osmanlı himâyesindeki Mekke şerifleri ve Basra valileriyle iyi münasebetlerde bulunmuştur.
Onun zamanında Bâbürlüler en parlak devrini yaşamıştır. Kendisi keskin bir zekâya ve kuvvetli bir hâfızaya sahipti. Hükümdar olduktan sonra 43 yaşında iken Kur’ân-ı Kerim’i ezberleyip hâfız olmuştur.
Âlimleri ve san‘atkârları himâye etmiştir. Onun yaptırdığı pek çok mimarî eserler de vardır. Meselâ bunlardan biri, Delhi’de inşa ettirmiş olduğu Mothki Mescidi’dir. Mothki, inci demektir. Gerçekten de inci gibi bembeyaz mermerlerden yapılmış şâhâne bir eserdir.
Şah Âlemgir’in annesi, meşhur Taç Mahal kendisi için yaptırılan Mümtaz Mahal Hâtun’dur. Esas ismi, Münevver Ercüment Bânû’dur (Rahmetullâhi aleyhim ecmaîn).
Eserleri
Mektubat: Üç cilt olup, beş yüz yirmi altı mektubunun toplanmasından meydana gelmiştir. Mektubat'taki mektupların birkaçı Arapça, geri kalanların hepsi Farsça'dır.
Redd-i Revafıd
İsbatün-Nübüvve
Mebde ve Me'ad
Adab-ül-Müridin
Ta'lkat-ül-Avâarif
Risale-i Tehliliyye,
Erh-i Rubaıyyat-ı Abd-il-Bâakî
Mearif-i Ledünniye
Mükaşefat-ı Gaybiyye
Cezbe ve Süluk Risalesi
Allah'ın Emir ve Yasaklarına Uymak
"Ey oğul! Varlıkların özü olan insanın yaratılmasındaki gaye, oyun ve oyuncakla eğlenmek, yemek ve içmek değildir. Onun yaratılmasındaki gaye, kulluk vazifelerini yerine getirmek, devamlı bir şekilde Allah'a iltica ve niyazda bulunmaktır. Dinin anlattığı ibadetlere gelince, bunların edasından gaye, kulların faydası ve onların yararıdır. Bunlardan hiçbirine Cenab-ı Hakk'ın ihtiyacı yoktur. Durum böyle olunca, onların edası memnuniyete sebep olmalıdır. Bu emirlerin yerine getirilmesi ve yasaklardan kaçınmak için koşmalı, çabalamalıdır. Cenab-ı Hak sonsuz zenginliği ile kullarına emir ve yasaklar yolundan ikramlar eylemiştir. Bu durumda bize düşen, tam manasıyla bu nimetlere şükretmektir. Memnuniyetin en üstün derecesi ile emir ve yasaklardan ne varsa hepsinin yerine getirilmesi için çaba harcamaktır."
(Mektubat, 73. mektup)
Mal ve Mülk Allah'ındır
"Ey oğul! Nefis kendi özünde cimridir. İlahi emirleri yerine getirmekten kaçar. İnsanlara dini anlatırken devamlı yumuşak konuşmalıdır. Mal ve mülk bütünüyle Allah'ındır, kula asıl layık olan zekatı tam bir memnuniyetle vermektir. Yoksa nefsin arzularına uyarak ibadetin edasında tembellik edip ağırdan almak yakışmaz."
Zikir Gafletin Kovulmasıdır
"Ey oğul! Fırsat ganimettir. Sağlık ve boş zaman ise iki ganimettir. Vakitlerini devamlı olarak Allah'ın zikrine harcamak gerekir. Hangi amel olursa olsun, dinin emri istikametinde ise o zikre dahildir, isterse alış veriş olsun. Bütün hal ve hareketlerde dinin hükümlerine riayet etmek gerektir. Ta ki onların hepsi zikir ola... Zikir, gafletin kovulmasından ibarettir. Bütün işlerde emir ve yasaklara riayet edilirse, emirleri veren yasakları bildiren Zata karşı gaflet esaretinden kurtuluş nasip olur. O Yüce Hakkın da devamlı zikri hasıl olur."
Hayal Mertebesinde Dünya
"Hariçte ve hakikatte, Allah-u Teala'dan başka, mevcud (var olan) yoktur. Allah-u Teala, kudreti ile, kendi isimlerinin ve sıfatlarının kemalatını mümkünat suretlerinin perdesinde göstermiş (varmış gibi görünen resimsel görüntülerde göstermiş), yani eşyayı, kendi kemalatına uygun olarak, his ve vehim mertebesinde, icad etmiş, var etmiştir. Böylece, eşya, vehmde (sanalda) görünmekte, hayalde devam etmektedir. O halde eşya, hayalde göründüğü için vardır. Lakin Allah-u Teala, bu görünüşe devam verdiği, yok olmaktan koruduğu eşyanın yapısına sağlamlık verdiği ve ebedi muameleyi de bunlara bağlı kıldığı için, vehmdeki varlık ve hayaldeki devam da, hakiki varlık olmuştur."
(İmam-ı Rabbani, İkinci Cilt, 44. mektup)
Gençlik Çağı, Kazanç Zamanıdır
"Biz kuluz. Sahibimizin emrindeyiz. Başıboş değiliz. Her istediğimizi yapmaya serbest değiliz. İyi düşünelim! Uzağı gören akıl sahibi olalım! Kıyamet günü utanmaktan, pişman olmaktan başka, ele bir şey geçmez. Gençlik çağı, kazanç zamanıdır. Mert olan, bu vaktin kıymetini bilip elden kaçırmaz. İhtiyarlık herkese nasip olmaz. Nasip olsa da elverişli vakit ele geçmez. Vakit de bulunsa, kuvvetsizlik, halsizlik zamanında, yarar iş yapılamaz."
(Mektubat. 73. mektup)
Mehdilik Hakkında
İmam Rabbani yazdığı yazılarında ve yaptığı sohbetlerinde, ahir zamanı müjdelemiş, ahir zamanın o kutlu şahsını talebelerine anlatmıştır:
Mümkündür ki; bu iki asrın daha hayırlı oluşu, şu itibarla olur: Allah’ın veli kullarının çok zuhuru (ortaya çıkması), bid'at ehlinin (sünnetlere uygun olmayan davranışların sahipleri) azlığı, fısk ve masiyet erbabının nadirattan oluşu (Allah'ı hariç tutarak değerlendirme yapanların az oluşu). Böyle bir şeyin oluşu dahi, bu tabakadan bazı evliya ferdlerinin; o iki asırdaki evliya ferdlerinden hayırlı olmasına münafi (engel) değildir. Misal olarak Hazret-i Mehdi'yi söyleyebiliriz...